Türkiye Cumhuriyeti Yunus Emre Enstitüsü, “Türkçe yaz okulu” projesiyle yurtdışındaki Türkoloji öğrencilerini ve Yunus Emre Enstitü Merkezlerinde Türkçe dil kursuna katılanlar kursiyerleri her yıl bir araya getiriyor. Katılımcılar, hem 3 hafta toplam 60 saat Türkçe derslerine katılıyor ve hem de dersten sonra çeşitli faaliyet ve gezilerle Türkiye’nin tadını çıkarıyor.
2018 yılında 118 ülkeden yaklaşık 1000 öğrenci yaz okuluna katıldı. Bizler Türkoloji öğrencisi olduğumuz için yaz okulu programımız Ankara’daydı.
15 Temmuz Pazar günü, dünya kupasının final günü. Hırvat Milli Takımı öğleden sonra Fransa’ya karşı maça çıkacak. Ya beşimiz? Türkiye’ye seyahat ediyoruz. Beş arkadaş, kırmız-beyaz kareli formalarla Franjo Tuđman Havalimanının önünde buluşuyoruz. Bir kaç saat içinde uzun zamandır beklediğimiz Türk toprağına adım atacağımızın aşağı yukarı farkındayız. Bavullarımızı teslim ediyoruz, Moskova’ya giden Hırvat taraftarların yanından sevinçle, umutla geçiyoruz ve kapımıza hareket ediyoruz.
2 saatten biraz fazla bir süre sonra İstanbul Atatürk Havalimanına indik. Buradan transferimiz, bizi İstanbul’un Asya yakasındaki Sabiha Gökçen Havaalanına götürüyor. Geçen uzun yolculuk sırasında, pencereden İstanbul manzaralarını, yoğun trafiği ve her diğer binada asılı olan Türk bayraklarını görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet Köprüsünden Asya tarafına giderken, Boğaz ve Rumeli Hisarının bulanık fotoğraflarını çekiyoruz.
Türkiye’de bazı açık Wi-Fi bağlantılarına, havaalanında bile bağlanmak mümkün değildi. Başkente uçuş beklerken sohbet ediyoruz, uçakların nasıl havalandığını gözlemliyor ve mikrofondaki konuşan ve hiç yorulmayan teyzeyi dinliyoruz: Dikkat, dikkat!
Ankara’ya uçuşta Sırbistan’dan güzel öğrencilerle tanışıyoruz. Uçuş yaklaşık bir saat sürüyor ve bu yüzden maçın ilk yarısını kaçırıyoruz. Fransa yeniyor. Ankara’ya inip bagajlarımızı alıyoruz ve rehberler bizi çıkışta bekliyor. Hacettepe kampüsüne gidecek 15’ten fazla öğrenci toplanıyor. Küçük bir otobüste Türk müziği olan bir parti var. Ankara’nın sıcak gün batımını, önümüzde bize yaklaşan yüksek binaları ve minareli camileri mutlulukla ve yorgunlukla izliyoruz.
Önümüzdeki üç hafta boyunca evimiz olacak yer Hacettepe’ye gidiyoruz. Yaklaşık 10 saatlik yolculuktan sonra internete bağlanabildik (yaşasın eduroam!).
Türkiye’de yurtlar ayrı binalarda, yani erkek ve kız yurtları ayrı. Kayıt yaptırdıktan ve odanın anahtarlarını aldıktan sonra benden önce gelen oda arkadaşımın bulunduğu odaya gittim.
Pekala, bavulumu ve birkaç küçük çantamı kaldığım kata kadar sürükleyebildim ve odanın önünde durdum. Kapıyı çaldım, kimse ses vermiyor. Kapıyı açtım, ışık açık, sol yatağın yanında büyük bir kırmızı bavul… Buzdolabında bir paket tatlı var, üzerinde bir yazı fakat Arapça olduğundan anlayamıyorum. Eşyalarımı bırakıyorum ve birinci sınıfta öğrenilen birkaç temel cümleyi hatırlamaya çalışıyorum. Oda iki ranzalı, iki çalışma masası üç dolap ve küçük bir buzdolabı var. Pencerede küçük bir Türk bayrağı asılı. Odaya bakarak, mobilyaların mavi-yeşil rengi garip bir hastane atmosferi yaratıyor. Odaya aniden üç kız giriyor, Arapça konuşuyorlar. Onlardan biri benim oda arkadaşım. Tanıştıktan hemen sonra isimlerini unutuyorum. Onlar da benimkini unutuyorlar. Maç hakkında kısaca konuşuruz, sonra iki kız odamızdan ayrıldı.
Oda arkadaşımla sohbet ediyoruz işte ve bizim Türkçe eşit derecede iyidir gibime geliyor. Bana kampüste neler keşfettiğini ve bütün gün beni nasıl beklediğini anlatıyor. İsmini kağıda yazmasını rica ettim, böylece sabaha kadar unutmayacağım. Adını önce Latince, sonra da Arapça yazıyor. Ben de adımı yazınca o: Paulito! diye bağırdı.
Cezayir’den gelen Kevser, Cezayir’de yaşıyor, o 20 yaşında ve Türk dili ve edebiyatının üçüncü sınıf öğrencisidir. O çok tatlı, neşeli ve gülümsüyor.
Bütün günden yorgun, yatağa yatıyorum, alarm kurup uyuyakaldım. Yarın gerçek bir macera başlıyor…
Yazan: Paula Drenški
Düzenleyen: dr. Sc. Demet Kardaş